Neden Bu Bloğu Açtım?

18 Mart 2015 Çarşamba

Hikâye

O evden çıktıktan sonra perdeleri ve tülleri açıp dışarıdaki beyaz pırıltının eve dolmasını izledi. Müzik açmadı sessizliği dinlemek istedi biraz. Kuzinenin içine bir iki odun daha attı. Alevlerin dansına baktı büyülenerek. Kendisine bir fincan çay koydu. Nihayet biraz daha yenilebilecek kıvamda pişirebildiği ekmeğin üzerine yağ ve yazdan kalan çilek reçelini sürdü. Pencerenin önündeki keyif koltuğuna oturarak kar tanelerinin sihirli dünyasına daldı. Dışarıdaki minik ayak izlerini görünce hemen fırladı yerinden. Ekmeğin kalanını ufalayarak pervaza koydu. Kapının önündeki tası suyla doldurarak kahvaltıdan kalan sosislerden attı ağaçların dibine doğru. Bu ormanlık yerde hiç tanımadığı misafirleri olduğunu biliyordu.

Köşesine yeniden dönmeden çayını tazeledi. Yaşamın, çılgın koşuşturmasına bir ara verip nefes almak için insanlara zaman tanıdığı o anlardan birisini yaşıyordu. Aslında kış mevsimi böyle anlar içindi sanki.. Kış, sonbaharın büyülü romantizmi ile ilkbaharın mucizevi yeniden doğuşu arası küçük bir kendine dönüş molası, diye geçirdi aklından. O bu düşüncelerle kar tanelerini izlerken kapı açıldığında yerinden zıpladı heyecanla.

- Kusura bakma, korkuttum mu seni? Dışarda tur attım, yukarı çıkmadan sıcak bir şeyler içeyim dedim, çok soğuk.

-Ah tabi ... Ne istersin, nescafe yapayım mı?

- Yok yok fazla beklemeyeyim, çayından alayım ben de. Keyif anını böldüm ama.

-Ne demek, kalkacaktım zaten , işe koyulma vaktidir.

Geri döndüğünde onu kendisine bakarken buldu.

-Burada sıkılmaman çok ilginç geliyor bana. Eşim bile dayanamamıştı fazla. Hasta oldu hem fiziken hem ruhen...

- Herkes farklı şeyleri seviyor sanırım, benim için burada olmak piyangodan para çıkması gibi . O sabah seninle markette karşılaşmasaydım şu an ne halde olurdum bilmiyorum...

Bu kısa konuşmanın ardından her zamanki sessizliklerine gömüldüler. Çayını içen adam gitmeliyim diyerek çıktı. Kadın bulaşıkları yıkamak için güğümdeki sıcak suyu kaba dökerken ilk karşılaştıkları zamana döndü...


…………………….


-Anne bak, artık dayanamıyorum cidden, ben pembe olsunlar istedim, pembeee..

-Bunlar da pembe annecim.

-Bu pembe mi, fuşya bu... Bu da çingene pembesi.. Bu da mor.. Öf ya öf ya...

Onlara doğru bıkkınlıkla baktıktan sonra yiyecek reyonuna gitti. "Annee yaa" ları müteakip "annecim"lerden o kadar sıkılmıştı ki artık.( Anneler çocuklarına neden annecim derler ki zaten? Neden yani?)

Evlilik teranelerinden, sonu gelmeyen isteklerden. Kürdanına kadar her şeyin en az iki üç model alınışından. Evlendikten sonra hayat bitiyordu da bir daha alış veriş yapılamayacaktı sanki. Mazallah tepsinin örtüsü olmazsa dünyanın sonu gelirdi. Tencere falan eksik kalsaaaaa... Tabi bunları demesi halinde yazık, kıskanıyor damgası yemekten öteye gidemeyeceği için susuyordu. Zaten o yıllardır hep susuyordu. Cıvıl cıvıl , korkusuz, çılgın gençliği onu bir aşkın peşine düşürüp herşeyini kaybettiğinden beri susuyordu. Aptallık etmişti, cezasını çekiyordu. İç geçirdi, daha ne kadar çekecekti bu cezayı, daha ne kadar katlanacaktı bir sürü manasızlığa..

-Ablaaaa, şu anneme bir şey söyle...

Hah işte bir saniye mola yok bana diye söylenerek yanlarına doğru yürüdü. Hay senin pembene de fuşyana da, ilçeyle ilin arasındaki farkı sorsam bilmez, somon rengi ile lila arasında kaç ton var sıralar.. Ressam, tasarımcı falan olsa neyse diyeceğim, hayatta tek bir meşgalesi alış verişten öteye gidememiş , oğlanlara göz süzme ve bir milyon makyaj malzemesini itinayla yüzüne nakşetme dışında bir yeteneği olmamış sabahtan akşama kapris yapma ve mutsuzluk abidesi kardeşim benim..

O tarafa doğru ilerlerken yanından geçmekte olduğu adamla market sahibinin konuşmasını duydu.

- Sizin oraya günübirlik gidip gelecek birisini bulmanız biraz zor. Uzak ve sapa yerde kalıyorsunuz, gün aşırı gelmesi bile zor.

- Ayda bir gelen de bir işime yaramıyor. Zaten tek kaldım, iş arkadaşım rahatsızlanıp gittiğinden beri yenisi atanmadı, başa çıkamıyorum her şeyle.

-Eşinizin gitmesi kötü oldu değil mi?

Bu söz üzerine başını çevirip adama bakan kadın sinirden patlamamak için kendisini zor tuttuğunu görerek gülümsedi. Hatırlamıştı onu, zaten bu küçük yerde herkes orman korucularını tanırdı. Dağın en tepesindeki evde kalandı bu, evli olduğu için büyük ve güzel yer ona verilmişti. Babası anlatmıştı geçen yıl. O evi ne çok severdi küçükken. Yazın oraya giderlerdi arkadaşlarıyla, koskocaman dağın en tepesine kadar yürürler, en son orada mola verirlerdi. Eski korucu ve eşi çok tatlı insanlardı, kendilerine soğuk içecek ikram ederler, yalnızlıklarının ortasına düşen bu çocuklarla sohbet etmeyi çok severlerdi. Her yer uğurböceği olurdu, üzerlerine umursamazlıkla konarlar , saçlarının arasından çıkamayan kimileri eve döndüğünde gülümsetirdi onu.

Bir anda kendisini gülümseyerek adama bakarken buldu hatıralardan sıyrıldığında, adam ona pek gülümsemiyordu gerçi..

-Komik bir şey mi var?

-Ah, hayır hayır.. Sizi duyunca evinizin olduğu o güzel tepe geldi aklıma da.. Neyse, affedersiniz, ben ...

Kardeşi ilk defa imdadına yetişmişti hayatında.

-Ablaaaaa, gelsene yaaa.

Akşam her iş bitip odasının duvarlarının arasına çekildiğinde marketteki olay geldi yine aklına. Adam evine yardımcı arıyordu , yatılı olmadığı sürece de bulması çok zordu. Eh, yatılı birisi bulmak da bu küçük yerde, imkânsız gibi bir şeydi gerçekten de..

O evi düşündü. Girişte büyükçe bir oda bir kenarda mutfak tezgâhı, kuzine , küçük masa. Pencerenin önünde karşılıklı duran iki berjer. Duvara dayanmış bir divan. Arkaya açılan bir kapıdan geçince iki metrekarelik bir holün iki tarafında iki küçük oda, ortada da banyo, hepsi bu. Banyosunda da kocaman soba olduğunu hatırlıyordu, ne tuhaf gelirdi kendisine. Kendi evlerinde tüp üzerinde kazanla su ısıtılırdı banyo zamanı. Buradaki soba içindeki kocaman kazan ne moderndi. Şimdi hâlâ duruyor mudur acaba diye sordu kendi kendine...

Yıllardır pek fazla çıkmadığı odasında göz gezdirdi yavaşca. Yatağı, başucunda okuma lâmbası, kitabı. Ne yazık ki kendisine ait kitapları yoktu, karşı evdeki emekli öğretmenden alıp okuyordu. Tekrar tekrar okumayı seviyordu aslında etkilendiği kitapları, kendisinin olsa, kocaman kütüphanesinde sıralasa hepsini, en umutsuz anında meselâ Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak dese Carnegie ona, ya da Tamaro 'nun yazdığı mektuplara gömülse yeniden... Bazen aynı kitabı tekrar aldığını görünce " Neden yeni bir kitap okumuyorsun hayatım?" diye soruyordu ona? "Okunacak o kadar çok kitap var ki!" Sadece gülümsüyordu cevap olarak.. "Bugünkü ben okumak istiyor onu" demiyordu,"İki sene öncesinden farklı şeyleri görebilirim, farklı şeylerden etkilenip yepyeni fikirler edinebilirim." demiyordu. Bazı kitaplar bir türlü bitmezken bazılarının yeniyeniden her okuyuşta güzelleşmesi nasıl bir şeydi böyle...

Derin bir iç geçirdi. Bugünlerde sık sık yapar olmuştu bu hareketi, sanki dünya hep üzerine geliyordu da patlayacak gibi hissediyordu.

Dört duvar arasına kendisi hapsetmişti kendisini, kendisi kaçmıştı hayattan, kötülüklerden.. Yaralarını sarmak istediği bu yerde şimdi bambaşka yaralarla savaşmaya başlamıştı sanki.. Sinsi sinsi, içten içten, minik minik batan, büyük yıkımlara neden olmasa da bir an bile huzur bırakmayan yaralar..

……………………..


Ertesi sabah kahvaltıda hiç ama hiç susmayan kardeşine "Yeteeer!" diye bağırmamayı başararak kendini mutfaktaki bulaşıklara verdiğinde neden bu evdeki bütün işleri hep ben yapıyorum sorusu belirdi aklında. On yıldır, ne annesi ne kardeşi bir bardak yıkamamışlardı şurada. Ve on yıldır herkesin evine bir şekilde giren bulaşık makinaları nedense bu evde hep diğer ihtiyaçların ardında kalmıştı. Hep. Evin oğluna araba, evin oğluna iş kurma, evin oğlunun batırdığı iş ardından borçları ödeme, yeni iş, evin prensesine özel okul, vesaire vesaire. Külkedisiyim mübarek diyerek gülse mi kızsa mı bilemedi haline. Evin hanım olmayan hanım kızı, bedava hizmetçi.. Kendin kaşındın, dönmeseydin baba evine süklüm püklüm.. Azıcık dursaydın ayaklarının üzerinde, aklın olmasaydı bir karış havada... Düşüncelerinden sıyrılmak için radyoya uzandı , yine sevdiği istasyon değişmişti tabi, birileri kahve keyfi yapmış mutfakta... "Onlar yanlış biliyor kimsenin suçu değil bu" sesi yankılanmaya başlayınca kanalı değiştirmekten vaz geçip dinlemeye başladı.. Ne doğru sözler, ne güzel bir müzik....

-Babişko bak, öyle küçük ekran falan istemem, en büyük en moderninden olmalı benim televizyon. Gelenler ne der sonra!
- Kızım sizin salona en büyüğü fazla, onların bir oranları var.
- Büyüteçle izle diyorsun yaniii.
-Allah Allah, niye öyle diyeyim...

Uzanıp radyonun sesini biraz daha açtı, kendisi de eşlik ederken şarkıya buradan acilen kurtulmam lâzım diye düşündü bir milyonuncu defa...Başkalarının hayatında arka plân olmaktan kurtulup acilen kendime bir hayat kurmam gerek. Ama nasıl.... Offf, boğaz tokluğuna hizmetçilik yaparak geçip gidecek bu ömrüm bu evde... Boğaz tokluğuna hizmetçilik...

Birden çılgın bir fikir uçuştu kafasında, ben gidip kalabilirim... Zaten hakkımda olmadık dedikodu kalmadı, kimseyle evleneceğim falan da yok.. Bizimkiler kesin sinir olacaklardır, bir de dışarı çıkınca insaların bakması var.... Şimdi bakmıyorlar sanki, on yıl geçmiş, hâlâ fısır fısır, yok başka işleri... Evet evet, yapabilirim bence, neden olmasın?

O an hissettiği ferahlama ve heyecana inanamadı. Hani o çok sevdiği filmde diyordu ya adam, "Bu korku ve heyecan, sadece özgür olanların yaşadığı duygudur" diye.. Uzun zamandan sonra ilk defa özgür hissesiyor ve ölesiye korkuyordu...

...........


Saate bakıp öğlen olmaya yaklaştığını görünce geçmişten çıkıp yemek hazırlamaya girişti... Elektrikli fırına pişirme poşetinde tavuk ve bir sürü sebzeyi sürerken şu kuzineyi kullanmayı öğrensem ne güzel olacak diye geçirdi aklından .. Şimdilik ısınma ve çay kahve dışında kullanmayı becerememişti . Bu konuyla ilgili biraz araştırma yapmalıyım diye düşündü ...

Hemen ardından başını sallayarak buraya fazla bağlanmaya başlıyorsun diye kızdı. Geçen gün de pencerenin kenarına kütüphane yapma hayalini kurarken bulmuştu kendisini. Ne tuhaftı, burada evinden daha çok evinde hissediyordu. Sanki birisi onu alıp hayalindeki bu yere koymuştu mucizevi olarak. Hoş pek de kimse alıp koymamıştı, kendisi kulaklarını herkese tıkayıp aramıştı adamı.

- Alo

- Merhaba, geçen gün her gün gelecek bir yardımcı aradığınızı duymuştum, her gün gelip gidemem ama isterseniz yatılı kalıp evi çekip çevirebilirim.

Bir sessizlik olmuştu telefonun karşı tarafında.

-Kiminle görüşüyorum? Telefon şakası falan mı bu?

-Hayır hayır, ben, yani.

Bir anda bütün enerjisi çekilmiş, sesi titremeye başlamıştı...Müthiş fikrim ve cesaretim de bu kadarmış diye aklından geçirdi.

-Neyse... Kusura bakmayın rahatsız ettim. İyi

- Ciddiyseniz buraya gelin görüşelim.

- Efendim? Evet, ciddiyim tabi...

İki saat sonra yıllardır gitmediği evin bahçesinde karşılıklı oturuyorlardı. Eski bakımlı havasından uzak, terk edilmiş gibi duruyordu bahçe. Neyse ki uğurböcekleri oradaydı hâlâ, onları görmek yatıştırdı gümbürtüsünün dışarıdan bile duyulacağından endişelendiği kalbini...

- Burayı biliyor gibisiniz..

- Ah, evet. Buralarda geçirirdik çocukken arkadaşlarımla.

Bir gülümseme geçti yüzünden , çocukluğunun en mutlu zamanları evden uzaklaşıp buralarda dolaştığı anlardı gerçekten de.

- Ev de bahçe de bakımsız. İlk taşınırken özenip yapmıştım birşeyler ama, herkesin de bildiği üzere eşim gittiği için..

- Ben elimden geleni yaparım.

- Sorun olmayacak mı?

- Yok canım küçücük yer, toparlanır elbet.

- Hayır, burada kalmanız demek istemiştim..

Durakladı biraz, sonra ona kısaca hikâyesini anlattı. Yıllardır hiç bahsetmemişti kimseye. Aslında ilk defa anlatıyorum diye fark etti büyük bir şaşkınlıkla. Gözlerinin dolmasını engellemek için bakışlarını yukarı çevirdi bir müddet. Ağaçlar, kuşlar... Kendi hüznünün aksine doğa nasıl neşeliydi, kendi umutsuzluğuna inat o kadar da yaşam dolu ve yenilenen...

- Yani benim için pek bir şey değişmeyecek.. Sizin için de sakıncası yoksa başlayabilirim hemen.

- Çok fazla para veremem yalnız, memur maaşını bilirsiniz..Ama evde pek olmuyorum zaten istediğiniz gibi düzenleyip, yiyip içebilirsiniz. Sulu yemek özledim çok bir de ütüyle başım dertte.

Konunun değiştirmesine çok sevinerek hemen cevap verdi.

- Hiç önemli değil, hepsi benim uzmanlık alanım.. Ne zaman başlamamı istersiniz.

- Ne zaman gelebilirseniz.

Sonraki konuşmalar sisli bir perdenin ardında gibiydi. Sorular sorulmuş cevaplar verilmişti ama heyecanından hiçbirisini hatırlamıyordu.

.................



Kapının açılmasıyla yine yerinden zıpladı. Neyse anılara dalmışken elleri de çalışmıştı aynı anda sofra hazırdı. Önceleri sadece ona hazırlarken son zamanlarda ikisi birlikte yiyorlardı. Bu ayrı ayrı yeme çalışmalarımız bana saçma gözüküyor, seni rahatsız etmeyecekse birlikte oturalım sofraya demişti bir gün. İlk günler pek sıkıntılıydı ama sonradan sessiz sofralara alışmıştı. Evdeki hengâmenin aksine pek sakindi burada her şey.

- Az kalsın unutuyordum, annen aradı seni.. Sana ulaşamamış, aramanı istedi.

- Tamam, teşekkür ederim.

- Cep telefonun çekmezse yukarıdan arayabilirsin.

- Yok, bahçenin ucunda bir şekilde çekiyor. Birazdan ararım ben.

- Akşama geç geleceğim ihtimal, beni bekleme, geldiğimde atıştırırım bir şeyler.

- Olur.

Tam kapıdan çıkarken dönüp ekledi.

- Eline sağlık, her şey çok güzeldi.

- Afiyet olsun

Derken, bir kere bile bunu demeden sofradan kalkmamasının ne güzel bir incelik olduğunu düşünüyordu. Yemek seçen birisi olmaması da başka bir güzellikti tabi.

-Ablaaaa, köfteye maydanoz mu doğradın yineee.

- Kızım gene mi tarhana çorbası yaaaa...

- Bu evde hep ot çöp mü yiyeceğiz, yok mu dişe değer birşeyler...

Sesleri kulaklarında masayı topladıktan sonra giyinip bahçeye çıktı. Eli telefonuna gitmiyordu doğrusu, annesinin araması bir angaryadan başka bir şey değildi kesin... Soğuk ve temiz havayı içine çekti uzun uzun. Canlandığını hissetti. Kar hâlâ usul usul yağıyordu. Bir beyaz lerze , bir dumanlı uçuş diye fısıldadı usulca numarayı çevirirken.

- Anne?

- Sen misin, neredesin ulaşamıyorum bir türlü?

- Biliyorsun burada çekmiyor , sanki ilk defa oluyormuş gibi söylenme yine. Ne oldu?

- Bir şey mi olması lâzım?

- Anne uzatmayalım da söyle istersen, daha bir şey istemeden aradığın olmadı hiç.

- Hiç de..

- Anneee!

- Çok bir havalarda oldu sen de, sanırısın kraliçe Dayana.

İçinden yok artık anne de dese hiç sesini çıkartmadı uzatmamak için..

- Kardeşin erken doğum yapmış. Normalde ben yanında olacaktım ama baban rahatsızlandı bu sabah. Doktor biraz hastanede tutmak istiyor. Bir şeyi yok ihtimal ama .... Neyse işte, sen onun yanına gidip biraz kalabilir misin diyecektim. Malum diğeri de daha minik.

- ....

- Cevap vermeyecek misin?

- Anne bilmiyorum ki, bir anda izin alabilir miyim, ben seni yarın ararım.

- Şimdi sorsana?

- Allah Allah, burada olsa sorardım her halde..

- Kız orada iki bebekle yalnız kaldı.

- Ne yapayım, haber vermeden, pılımı pırtımı toplayıp yollara mı düşeyim. Bana mı sordu kızın hamile kalıp dururken... İki kişiler,üstelik de hastanedeler, idare etsinler biraz. Yarın sabah arayacağım seni....

Eve girerken ne yapacağını düşünüyordu. Hiç istemiyordu gitmek. Yoksa istiyor muydu? İçinde bir karanlık köşe kardeşinin bu hallerini görmekten zevk alabilir gibi duruyordu.

Aynadan kendisine baktı. Çok zayıflamıştı buraya geldiğinden beri. Daha çok çalıştığından değil, hayır, daha mutlu olduğundan daha az yiyeceklere saldırır olmuştu. İlk zamanlar zaten heyecandan yemek aklına bile gelmiyordu. Koskocaman hali gitmişti, incecik olmasa da gayet iyiydi doğrusu.. Yüzü daha canlı, saçları daha gür... Huzur insana yarıyor diye düşündü. Huzur ve kendisiyle barışık olmak...

Hızla işe koyuldu. Ola ki izin alabilirse diye yemek pişirdi akşama kadar, buzluğa attı kimisini. Evi toparladı, çamaşırları yıkayıp soba başında kuruttu. Neyse ki kış ortası ütü yapacak şey sayısı azdı.

Ben gerçekten de kıskanıyor muyum kardeşimi sorusunu bininci defa geçirdi aklından. Sürekli sinirlenmesinin sebebi bu muydu? Şehir merkezinde güzel bir eve yerleşmişti evlenince, eşi oldukça yakışıklı bir adamdı. Ona hep hayran hayran bakar, her türlü şımarıklığına katlanırdı. İlk çocuğu şirin mi şirindi . Çalışmıyordu. Zaten evlendiğinden beri hep hamile diye düşündü. Kıskanıyor olabilir miydi ki?

Hava kararırken yorgunlukla koltuğa attı kendisini. Beklemeye başladı.

Adam geldiğinde koltukta uyurken buldu onu. Dizlerini altına çekmiş, başını koltuğun kolundaki yastığa yaslamış, yünlü hırkasına sarılmış. Neden orada uyuyakaldığını merak etti ilk olarak.

Gözlerini açan kadın onu kendisine bakarken buldu.

- Sana bir şey sormam gerekiyordu da , beklerken uyuyakalmışım dedi utangaç bir gülümsemeyle.

Soran gözleri görünce devam etti.

- Kardeşim erken doğum yapmış, babam da rahatsızlanınca aynı anda annem benim ona yardıma gidip gidemeyeceğimi sordu. Fazla sürmeyeceğini düşünüyorum. Babam toparlanınca o gelir ben dönerim. Ama tam gün veremiyorum tabi. Yemek hazırlayıp dolaba ve buzluğa koydum. Çamaşırlar temiz. Ev de öyle. Senin için bir sorun olmazsa sabah erkenden gideyim diyorum.

- Tabi, tabi.. Ben seni köye bırakırım sabah , bu karda yürüme oraya, eşyan da olur.

- Fazla bir eşyam yok, ben yürürüm sabah, sen zahmet etme hiç.

- Olur mu canım.

- Teşekkür ederim çok..

-Haydi git yat, sabah görüşürüz.

- Yemek hazırlayayım mı hemen?

- Yok yok, ben atıştırırım bir şeyler..

......................

Sabah sırt çantasına koyduğu bir iki parça kıyafet ve kitabını alıp çıkarken evden hüzünlendi biraz. Bu ev onun için huzur demekti... Biraz daha düşününce hem de mutluluk demek olduğunu hissetti. Sımsıcak bir yer... Bir yer sadece kendi başına sımsıcak olur muydu ki... İçindekiler yapardı öyle.. Yanında arabayı kullanan adama baktı bir müddet. Bir insan pek konuşmasa , yanında olmasa da sımsıcak yapar mıydı içini...

Terminalde arabadan indiğinde bir sürü meraklı gözle çevrildi etrafı. Adama el sallayıp biletini almaya giderken derin bir nefes aldı. Bir an durup siz kendi işinize baksanıza diye bağırmak istediyse omuzunu silkip hızla ilerledi. Ne tuhaf, insanların bu kadar başka hayatlara meraklı olup her fırsatta kötülemeye meyilli olmaları. Benim ne yaptığımla ne gibi bir alâkaları olabilir, kimseye bir zararım olmadığı sürece diye geçirdi aklından.

Otobüse oturduğunda kulağına kulaklığını takıp başını cama yasladı. Gözünün önünden geçen yollar, evler, insanlar değil de zamanın ta kendisiydi sanki. Kendisi duruyor, zaman akıp gidiyordu üzerinden... Hep sevmişti otobüs yolculuklarını. Kendisini hayata teslim edip, sakin, bir şey yapmadan, daha da iyisi yapmak zorunda olmadan izlemek iyi gelmişti ruhuna hep...

Yanında oturan kadının omzuna dokunmasıyla irkildi. Kimseyle konuşmak, sorulara cevap vermek, manasız ve sinir bozucu bir muhabbete girmek istemiyordu.

- Afedersiniz korkutmak istemedim, nerede ineceğinizi soruyordu muavin de.

Bak şimdi gerçekten şaşırdın kızım dedi kendi kendisine, ne zaman sürekli alarm durumuna geçmişim ben böyle. Ya da ne zaman beni bu hale getirmişler mi demeliyim...

Keşke daha uzun sürseydi diye içinden geçirdiği bir saatlik yolculuğun ardından şehire indiğinde biraz daha oyalanmak için bir büfeden tost ve çay alarak yol kenarındaki küçük parktaki banka oturdu. Elleri soğuktan titremiyordu, içi o kadar huzursuzdu ki soğuğu hissetmiyordu bile. Her şeyi aklından silip içindeki kaşarı erimiş çıtır tost ve sıcacık çayın keydini sürmeye çalıştı ama çok da becerebildiğini söyleyemezdi. Yanında dolaşan serçeleri görünce bitiremediği yemeğini onlara vermeye başladı. Minik, zıplayarak dolaşan bu güzellikler iyi ki var diye geçirdi aklından.. Başını kaldırıp ağaçların çıplak dallarını seyretti sonra. Bu kadar araba, ev, insan kalabalığının arasında pek küçük ve cılız duruyorlardı ama yine de gururla uzanıyorlardı gökyüzüne.

Ayağa kalktı, elindeki son kırıntıları attı cıvıltılara, güç almak istercesine bir ağacın gövdesine dokundu, yavaşça ayrıldı oradan...
...........

Hastaneye kadar ağır adımlarla yürüdü. Bakışlarını yerden ayırmadı hiç, etrafa baksa aklına üşüşecek olan hatıralarla başa çıkacak durumda değildi.. İnsan, yaşı ilerledikçe kalabalıklaşıyor diye düşündü. Her köşe başından kendisine başka bir kendisi ekleniyor. Nerde başlayıp nerde başladığı karışıyor iyice..

-Abla, nihayet!! Bugün taburcu ediyorlardı beni, gelmeseydin ne yapardım bilmiyorum doğrusu..

- Tamam, panik yok, geldim işte. Bakayım şu yeğenlerime... Allahım, sen ne kadar büyümüşsün, sen de ne kadar küçüksün...

Kucağına tırmanmaya çalışan bebeği kollarına alıp kardeşine döndüğünde onun ne kadar yorgun ve bitkin olduğunu fark etti.

-Haydi sen uyu biraz. Bebek uyanırsa veririm kucağına.

Gözleri dolu dolu kardeşinin. Gözyaşları dökülürken dedikleri anlaşılmıyordu. Gelmeden önce düşündüklerinin hepsi silindi aklından, karşısında şımarıklığından mızıldanan birisi değil gerçekten bunalmış bir kadın vardı. Tabi lohusa hali de etkilidir bunda diye düşündü. Karnında bir yer acıdı sanki...

- Tamam, hadi yat artık. Bebeği uyandıracaksın şimdi bak.

İki minik bebekle günlerin nasıl geçtiği anlaşılmadan bir ay geride kalmıştı bile. Babasının durumu düşündüklerinden ciddi olunca annesi gelememişti yanlarına. Hâlâ bir işi var mıydı, bilemiyordu artık. Ne o arayabilmişti, ne karşıdan nerdesin diyen vardı..

Ev tam bir curcunaydı. Gece herkes uyuyup , etraf sessizleştiğinde bir koltuğa oturup kendine gelmeye çalışıyordu zaman zaman. Uykudan çalıp , gözlerini açık tutmak için uğraşarak çayını içiyordu. Tepedeki o eve duyduğu özlem de bu sıralarda çıkıyordu gün yüzüne. Sanki yüzyıllar geçmiş gibi ayrılalı. Sanki hiç geri dönemeyecekmiş gibi. Bir telefon etsem, nasılsın diye sorsam, anlar mı diye geçiyordu aklından. Anlar mı?

Hayat ne tuhaftı. Dünyanın geri kalanından uzakta, yabancı birisiyle yanyana , küçük bir kulübede yaşadığın zenginliği şehrin ortasında, sevdim dediğin adamla her türlü lüks elinin altındayken yaşayamamak.

Bebek ağlama sesi geldi içerdeki odadan, "Alsana şunu kızım, uyumaya çalışıyoruz.." söylenmesi hemen peşinden. Derin bir nefes aldı , diyecek çok şey vardı da...

- Nereye gidiyor evin babası ?

- Haftasonu tatilinde kafasını dinlemek istiyormuş biraz, arkadaşlarıyla çıkıyor.

-Nasıl yani, haftaiçi yorgun diyoruz, haftasonu da gezmek mi?

-Ne bileyim abla, evde durmak çıldırtıcı herhalde.

-Evet öyle.. Biz çıkıp gitmiyoruz ama. Hımmmm...

-Ne geçiyor aklından?

- Ne zamandır saçımı başımı yaptırmadığım geçiyor.

- Abla?

-Efendim yavrum. Seni bilmem ama evde durmaktan bana sinir bastı. Bu çocukları tek başına doğurmadın, babalarının da biraz elinin değmesi lâzım. Çalışıyor, yoruluyor falan da sen de evde yatıp durmuyorsun her halde.

Kardeşinin bakışını görünce sustu.

- Ne oldu?

- Biliyor musun, küçükken sana hayrandım . Hiçkimseden korkmazdın, gözlerinde ateş yanardı, ablam herşeyi yapar derdim.. Şeye kadar.. Ondan sonra hiç tanımadığım birisi oldun. Sanırım çok kızdım sana bunun için. Ben daha küçüktüm ve kahramanım bir korkağa dönüşmüştü. Nefret ettim senden. Ve farklı olmaya çalıştım bilinçsizce .

- Peki neden şimdi bu konuya geldik, orasını çözemedim ben.

- Şuradan geldik ki, gözlerin tam benim hayran olduğum ablam gibi bakıyordu. Sen içindeki şeyi kaybetmemişsin..

- Senin gözlerin de biraz kardeşim gibi bakıp ortalığı ayağa kaldırsa pek sevineceğim ama.

Ertesi sabah haydi, tam zamanı şimdi diye fısıldadı kardeşine. Bebekler uyumuştu. Biberonların üzerine hangisinin kime ait olduğunu yazmışlar, buzdolabının üzerine yapılacakları sıralamışlardı. Artık pazar sabahı kahvaltısı için dışarı çıkıp uzerine de kuaföre gidebilirlerdi.

- Hayatım, biz çıkıyoruz.

- Hıı,

-Hayatım , biz çıkıyoruz, çocuklar uyuyor , uyandıklarında bakarsın.

- Hıı, haa? Ne çıkması, nereye gidiyorsunuz? Ne diyorsun sen?

- Dün gece sen kafanı dinlemeye gittin ya, bu sabah da biz gidiyoruz.

-Kafa dinlemek mi?

- Evet canım. Kulağın çocuklarda olsun.

-Ama ben.

- Valla ben de bebek bakmamıştım geçen yıla kadar. İş başa düşünce yapılıyor. Buzdolabının üzerine yazdım her şeyi. Kahvaltın da hazır.

-.....

Kapıdan çıktıklarında ikisi de yaramaz çocuklar gibi bakıştılar. Biraz da o evde yan gelip yatsın bakalım dedi kardeşine. Ne tuhaf diye düşündü sonra , kadın erkek ilişkilerinde modern, anlayışlı erkek diye bir şey yok, modern kadın var, sıradan bir erkeğin haklarını elde etmek için ekstra çabalamak zorunda hep..

Küçük dersleri işe yaramış gibi gözüküyordu. Eve döndüklerinde kucağındaki bebeğe mama vermeye çalışırken gözlerinden ateşler saçan bir baba ve emeklerken bezi düşmüş bir bebekle karşılaşmış olsalar da keyifli bir kahvaltı ardından kendisine çeki düzen vermiş olmanın mutluluğundaki annenin pozitif hali hepsini toparlamıştı. Tabii ki sihirli değnek değmemişti ama ikisi de birşeyleri fark etmişlerdi en azından.

Bebeğin kırkı çıktığında kardeşini yardımcı almaya ikna etmenin vermiş olduğu huzurla artık oradan ayrılma hazırlıklarına başladı. Şaşırtıcı bir şekilde dünyaya dönmüş gibi hissettiğini fark etti hazırlanırken. Sanki bebek gülücükleri buzlarını eritmiş, yaralarının eskisi kadar acıtmadığını anlamıştı. Küsüp arkasını döndüğü dünyanın hâlâ çok güzel ve mucizevi yanları vardı. Ve yüreği hâlâ sevebiliyordu. Minicik bir bebeğin insanın parmağına yapışması gibi güçlü diye mırıldandı. Öyle olmalı hayatta... Hep öyle olmalı...

................

Gelmesinden iki ay sonra, sabahın ilk saatlerinde ayrıldı oradan... Bu sefer şehrin sokaklarından korkmadan kaldırdı bakışlarını. Daha henüz ısıtmasa da pırıl pırıl bir güneş yükselirken, kuş sesleri etrafı doldurmaya başlamıştı. Havadaki koku bahar geliyor haberi veriyordu ve kuş sesleri. Kokular ve sesler zamanda yolculuğa sebep oluyordu her zamanki gibi. Bilim adamları bunu bilselerdi...

Parkta erkek arkadaşına aralıksız bir şeyler anlatan kendisine baktı korkusuzca. Evet düşündüğün kadar güçlü ve yenilmez değilsin diye fısıldadı ama sonradan düşüneceğin kadar umutsuz da değilsin, merak etme.. Çok şey kaybedeceksin. Çok uzağa sürükleneceksin.. Kaybolacaksın. Kendi içine gömüldükçe daha çok kaybolacaksın belki.. Kendini suçladıkça.. Evet hatalar yaptın, sonuçlarına katlandın. Belki olması gerekenden fazla. Ben seni affettim, sen de beni affedeceksin..

Geldiği gibi yavaş yavaş ilerledi yollarda. Otobüse bineceği yerde bir banka oturup beklemeye başladı. Derin bir nefes aldı. Lütfen beni bekliyor ol diye fısıldadı içinden. Lütfen, henüz o kadar güçlü değilim....
Köye geldiğinde öğleyi geçmişti biraz. Annesinin yanına uğradı önce. Kapıdan girerken ağabeyiyle burun buruna geldiler..

- Buyrun, kimi aradınız?

- Ben kimseyi aramıyorum ama siz gözlüğünüzü arasanız iyi olur beyfendi. Evde mi 
annemler.

- Aaa, sen misin kız.. Ne olmuş sana böyle, çok değişmişsin..

Biraz daha baktıktan sonra başını salladı

- Bir şekilde de eskisi gibisin. Çok garip bak.

- İyi bir şey söylediğini varsayıyorum.

- Evet evet.. İyi bir şey.

İçeri girerken gülümsemesine engel olamadı. Annesi ile babasının yanına giderken holdeki aynada kendisine baktı. Gözleri ışıldıyordu. Bir şekilde dünyaya dönmüştü gerçekten de. Minicik iki bebek yapmıştı bunu üstelik. Onların peşinde koşarken kendisine üzülme alışkanlığını unutmuştu sanki. Oysa bebeklerden çılgınca kaçmak istemişti bunca zaman.

- Şimdi hemen gidecek misin ?

- Evet anne, yürüyerek gideceğim, hava kararmadan varmak istiyorum.

- İki aydır hiç konuşmadınız mı gerçekten?

- Gelemiyorum diye aramak istemedim. O da nerdesin demedi. Neyse işte, zaten eşyalarım orada, sonuçta gitmem gerekiyor.

.............

Yol hiç bu kadar uzun gelmemişti. Hem bir an evvel orada olmak istiyordu hem de korkuyordu varmaktan. Uzakta, kendi kendisine hayaller yaratmış olmasından korkuyordu. Gereksizce gözünde büyüttüğünü görmekten, içinde kıpırdayan bu hissin kayıp gitmesinden korkuyordu. Değişmemiş olmaktan korkuyordu, değişmiş olmaktan da, kendisini yabancı hissetmekten...

Durdu. Yolun kenarındaki bir ağacın altına oturdu. Aşağıda şehir gözüküyordu, minicik. Gölgeler yavaş yavaş uzarken etrafındaki güzelliklere bakmak huzur verdi. Çılgınca cıvıldayan kuş sesleri, ışıkta oynaşan ağaç yaprakları, rüzgârın sesi.. Her şey çok güzeldi, ilk baharın ilk tomurcukları kadar güzel...

Evet geçmişti gerçekten de. Korkacak bir şey yoktu.

Eve ulaştığında hava tamamen kararmıştı. Perdenin arasından süzülen ışık nasıl da sımsımcak gözüküyor diye düşündü. O kadar yorulmuştu ki, kapıya geldiğinde konuşacak halinin bile olmadığını fark etti. Sadece koltuğuna kıvrılıp bir fincan çay içmek istiyordu.

Bahçeye girdiğinde sebze ekmeyi düşündüğü köşenin çapalanıp hazırlanmış olduğunu gördü. Ve devrildi devrilecek çamaşır ipi yenilenmişti. Verandada iki rahat sandalye vardı, ortasında içi kutu olan sehpa. Kutuda battaniye olduğunu adı gibi biliyordu çünkü kendisi böyle bir şey olsa ne kadar işimize yarar demişti.

Yavaşça oturdu. Olabilir mi gerçekten diye düşündü içindeki heyecanı bastırmaya çalışarak.

Belki de bütün değişim sadece bebek kokusundan değildir diye itiraf etti kendine. Bir küçük evin içinde , kahve seven bir adamla çay seven bir kadın, pek konuşmasalar da yanyana oturup sessiz ve huzurlu geceler geçiriyorlarsa. Kare bulmaca seven adam sudoku seven kadının çayını tazeliyorsa bazen, macera romanları seven kadın tarih romanları seven adama meyva tabağı hazırlıyorsa.. Öylesine bir gecede, ateşin sesinın sıcaklığıyla , ya da pencereden dolan rüzgârın serinliğiyle, tek kelime etmeden birlikte olduklarını hissediyorlarsa.

Belki başka bir şeydir bu.

Kapı açıldı, elinde çay fincanını sehpaya koyan adam yanına otururken

" Bir an hiç dönmeyeceğini sandım" dedi.

Kadın gülümsedi. Gözlerinin içi ışıl ışıl, midesinde kelebekler, ellerinde bebek kokusu, içinde barış, huzur, umut..

" Bir an beni beklemeyeceğini sandım"


-Bitti-